31 Temmuz 2012 Salı

Anormal olan birey mi, toplum mu? Kim "deli"?

Davranışı en genel anlamıyla "normal davranış" ve "anormal davranış" şeklinde ele alan klasik psikoloji  dışında "postmodern psikoloji"  patoloji kavramını kabul etmez. Derin anlamlar içerdiğini düşündüğüm şu cümle ile ele alır anormal sayılan davranışı: "Patoloji yoktur, uyum çabası vardır." Genel geçer olan davranışı normal olarak kabul ederiz. Peki ya toplumun büyük çoğunluğunun normal standartlarda kabul ettiği bir davranış ya o toplumun aslında farkına varmadığı bir patolojisi, normal olmayan davranışı ise? Ya da bir bireyin kendi yaşam sınırları içinde normal kabul edebileceği davranış toplum içinde anormal sayılıyorsa? Görüldüğü gibi normallik ve anormallik kavramları durumdan duruma ve baktığınız açıya göre değişebiliyor. O zaman çeşitli davranışları toplumun genel normlarına uymadığı için "anormal" kabul ettiğimiz hatta psikoloji biliminin çeşitli hastalık isimleriyle tanıladığı insan davranışları hakkında ne söyleyebiliriz? Ya o  bireylerin davranışları aslında kendi sınırları içinde kabul edilebilir ve normal de toplumun ki anormalse? Yani hasta olan birey değil de toplumsa? Ve biz o bireyi sırf bu yüzden tanılamışsak? Gördüğünüz gibi konu bu tür soruılarla teorik olarak karmaşık bir hal alabiliyor:)


Bu noktada karşımıza başka bir psikoloji anlayışı çıkıyor ki bana da çok anlamlı geliyor bu anlayış. Postmodern psikoloji hastalık tanılarını kabul etmiyor. Patoloji yoktur diyor. Kişinin davranışlarını kendisinden farklı olan topluma uydurmaya çalıştırdıkça ortaya çıkan uyum sorunlarını hastalık olarak ele almak toplumun bir yanılgısıdır noktasını vurguluyor. Örneğin "hiperaktif" şeklinde tanıladığımız çocuk aslında sadece kendi doğasına ve yapısına uygun olarak hareketli davranmak istiyor ve öyle de davranıyor. Ama okul ortamı son derece durağan ve hareketsiz olunca çocuk tanıyı almış oluyor. Yani yukarıdaki sorular giriyor devreye. Sorun aslında çocuk değil. Hareketsiz olan okul ortamı. Tanıyı kimin alması gerektiği tartışılır:)

Bu konuya en çarpıcı örneklerden biri dünyaca ünlü matematikçi John Nash. O bütün dünyanın kabul ettiği şekilde bir deha. Pek çok alana etki eden "oyun teorisi" ile ilgili çalışmaların sahibi. Üniversitede hoca iken bir derginin yayınladığı fotoğrafın kendisine ait olduğunu belirtmesi ve çeşitli "anormal" davranışları sonrasında "paranoid şizofreni" tanısı alıyor. Ve ilerleyen süreçte yine bu hastalığını kendi zekasıyla kontrol edebilmeyi başarıyor.

 Modern psikolojinin paranoid şizofreni olarak tanıladığı bir dehanın iki güzel cümlesi:
1) İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur
2) “Deli değildim. Bazı normlara uymayan hareketlerim vardı. Aklıselim (sanity) olma, bir ölçüde konformizmin bir formudur. Aklını yitirdi, deli dediklerimiz, konformist değildir.

Özellikle bu son cümle " Patoloji yoktur, uyum çabası vardır" cümlesini harika bir şekilde doğruluyor.

"Aklını yitirdi dediklerimiz konformist ( Fransızca conformiste 'ten Türkçe'ye giren (TDK sözlüğü) sözcük, zannedildiği gibi 'konforu seven, rahatına düşkün' anlamına gelmez, "sorgulamadan itaat eden", 'boyun eğen", intibak eden, uyum sağlamış anlamlarına gelir)  değildir!"

Bence özellikle günümüzde "delilik, hastalık, patoloji" kavramları son derece tartışmaya açık. Dünya uzaylıların akıl hastanesi olabilir:)

29 Temmuz 2012 Pazar

Oyun Teorisi ve Ahlak Psikolojisi Arasındaki İlişkiyi Düşünmek Ütopik mi?

"Akıl Oyunları" adlı filmi izlediğimde John Nash'in yaşadıklarına şizofreni durumuna daha çok odaklanmış olmalıyım ki aslında filmin çıkış noktası olan "oyun teorisi" çok ilgimi çekmemiş. John Nash'in Oyun Teorisi ile ilgili bir kongre için İstanbul'a gelmesiyle filmden hatırladığım teori bu sefer daha çok ilgimi çekti.



Ekonomiden siyasete pek çok alanda uygulamalara yön vermiş ve hatta çığır açmış bir teori. Teoride "ortaklaşa rekabet" olarak açıklanan durum insan ilişkilerinde mesala "ortaklaşa iyilik" adı altında işe yaramaz mı? Kendi kendime "acaba günlük yaşamda da insanların diğer insanlarla yaşarken  (rakipleriyle, arkadaşlarıyla  v.b. gibi)  kendileri kadar diğerlerinin de çıkarlarını gözeterek davranan, yaşayan ve böylece kendisiyle birlikte başkalarının da iyiliğini düşünerek herkesin yararını gözeten bir davranış modeli tanımlanamaz mı diye düşündüm. Çok mu ütopik? Kendi kazancını başkasının kaybına endekslemek ahlaksal açıdan bir çelişki iken aynı zamanda her zaman işe de yaramıyor. Çünkü kişinin kazanç hesaplamaları bir o kadar da  karşıdakinin  davranış biçimiyle de ilgili. Bunun yerine kendi kazancını karşındakinin de kazancını düşünerek hesaplamak ahlaksal açıdan da daha doğru olmaz mı? Bu durum çeşitli örnek olaylarla daha iyi açıklanabilir aslında.
Bence "Ahlak Psikolojisi" de oyun teorisini kendi bakış açısından kullanabilir. Teoriyi daha iyi anlayabilmek için internetten bulduklarım:

Bireylerarası (veya gruplararası) çatışmaların dinamiklerini anlama konusunda geliştirilen matematiksel bir model veya paradigma. Bu modelde iskambil oyununun kurallarında olduğu gibi, önceden belirlenen belli kısıtlamalar çerçevesinde kazancı en üst düzeye çıkarmaya, kaybı ise en alt düzeye indirmeye yönelik stratejiler ele alınır. Genelde grup veya birey davranı-şını kazanç-kayıp terimleriyle değerlendiren bu model, askeri stratejiler, iş politikası, ekonomik teoriler, sosyoloji, psikoloji gibi birçok alanda çeşitli karar verme sorunlarının çözümünde kullanılır.



a beautiful mind filiminde nash'a bu fikir dört arkadaşın aynı sarışın kızı çekici bulmalarıyla doğar... dört erkek beraber bu sarışına yanaşırlarsa sarışın büyük bir ihtimalle şımarır nazlanır ve hiçbiri onunla olamaz, bunun üstüne her erkek sarışın kızın etrafındaki esmer kızlara sulandıkları zamanda hiç bir kız ikinci seçenek olmaktan hoşnut kalmayacağından redeliceklerini düşünür. her arkadaşın kendi amacı o akşam kendilerine bir kız bulmak olduğuna göre ve herbiri sırf kendini düşünerek sarışın kıza kur yaparak bir sonuç alamayacaklarına göre herbirinin birinci seçenek olarak birer esmer kıza kur yapmaları hem herbirinin bireysel hedefine (bkz: get laid) ulaşmasını sağlıyacak hem gruptaki başarı oranını yükselticektir. bireysel hedef için hareket ederken grup çıkarları da değerlendirildiği zaman başarı oranı yükselmektedir.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Yas ve Veda



Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türüdür insan. Fakat insan ölüm hakkında konuşmakta zorlanır. "Varlığımız" gereği sanırım bu hepimiz için böyle.


Ölümle iki zihnimde kalan iki belirgin an var. Bir tanesi anneannemle iligli. 2008 yılında, üniversite son sınıfta haftada bir gün psikiyatri dersi almak için Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne gidiyorduk. Anneannem de soğuk algınlığı şüphesiyle orada yatılı tedavi görüyordu. Derslerden çıktıktan sonra yanına gidip ziyaret ediyordum. Kepli üniversite mezuniyet fotoğrafımı verdim. Şöyle bir baktı ve yanındakilerden çantasını istedi. İçinde diğer torunlarının da olduğu fotoğraflarının olduğu bir torbaya koydu fotoğrafımı öptükten sonra. O an anneannemin o fotoğrafları her zaman orada taşımaya devam edeceğini düşünmüştüm. Aksi aklıma hiç gelmedi gibi hatırlıyorum.


Birkaç hafta sonra yine anneannemin yanına gittiğimde durumu kötüleşmişti. Maalesef akciğerinde gizli kalmış bir tümör belirlenmişti. Beni yanındakilerin yardımıyla zar zor tanıyabilmişti. O an anneannemi belki de son kez gördüğümü hissetmiştim. Elini öpüp içimden "hoşçakal" diyerek vedalaştım. Birkaç gün sonra anneannemi kaybettik. Huzurla uyusun, rahmetle anıyorum.


Ölümle ilgili beni etkileyen bir diğer anı ise daha sonra anneannemin mezarını ziyaret ederken yaşamıştım. O gün yazdıklarım bir önceki "O an Orda..." başlıklı yazıda yer alıyor.



O An Orda…


Bebekleriyle bayramlaşmaya gelmişlerdi. Babası onu incitmekten korkarcasına özenle elleriyle toprağını düzeltti. Toprağın üstündeki otları tek tek ayıkladı. Yarım metrelik o küçücük yerde bir bebek mezarı olduğuna insan inanmak istemiyordu.  Bizim inanamadığımız şey onların yaşamlarının gerçeğiydi. Babası mezarını düzeltirken annesi ise toprağını suluyordu. O an orda dünyanın geri kalanının ne önemi vardı ki. Kıskançlıkların, ihtirasların, korkuların, anlaşılmazlıkların ne önemi vardı. O anne babanın gerçeğinden daha gerçek ne olabilirdi ki orda. Toprağı ve kenarındaki taşları düzelttikten sonra annesi yarım metrelik mezarın üstüne yanında getirdiği bayram çikolatalarından koydu. Acılarını yaşayış şekilleri öylesine saygıdeğerdi ki. Sessizce, abartısız ama son derece gerçek. İşleri bittiğinde babası ayağa kalkarak bir sigara yaktı annesi ise sessizce ağlamaya devam etti. Bir çocuklarının olmasını beklerken bir mezarları olmuştu. O mezarı ve o acıyı sahiplenme şekilleri saygıya değerdi. Son bir kez daha baktılar ve sessiz adımlarla uzaklaştılar. O an orda  daha gerçek ne olabilirdi ki…
7 Aralık 2008
Kanarya Mezarlığı, İstanbul

Okuduklarımdan-1


Bildiğimizi sandığımız şeyler hakkında bazen  ne kadar az şey biliyoruz. Özellikle yakın tarihimiz hakkında. Geçen ay Turgut Özakman'ın Türk mucizesi adlı kitabını okudum. Atatürk kurtuluş savaşlarını yıllarca cephede savaşarak yönettikten sonra bir o kadar da  Cumhuriyet'in ilanından sonra devrim ve uygarlık mücadelesine eğitim, kültür ve ekonomik alanında devam etmiş.


Savaş döneminde çok eksikliğini hissettiği demiryollarının yapımıyla önce ülkenin fiziki bütünlüğünü sağlamak amacıyla ilk adımlarını atmış. Sonrasında borçlanmamaya özen göstererek küçük ama denk bir bütçyele yavaş yavaş fabrikalar açılmaya başlanmış. Dikkatimi çeken noktalardan biri de o dönem açılan fabrikaların aynı zamanda birer kültür merkezi olarak kullanıldığının anlatılması.


Örneğin Merinos Yünlü Dokuma Fabrikası'nın açılan diğer devlet fabrikaları gibi sadece bir fabrika olmadığı, geniş salonlarında yapılan düğünler, toplantılar, bololar ile Bursa halkı için tam bir kültür merkezi olduğu vurgulanıyor. Fabrikanın sağlık birimi çalışanların ailelerine bedava bakıyor, fabrika şehre en yeni gelen filmlerin gösterimini yapıyor.


Düşünün öyle bir dönem ki devlet kurduğu fabrikayı sosyal devlet anlayışının gereği olarak halk için bir kültür merkezi haline getiriyor. Zaten halkevleri ve bunun gibi uygulamalar dönemin en can alıcı özelliklerini oluşturuyor.


Devrim dönemlerinin ilk zamanlarının tam olarak demokrasiyi yansıtması beklenemez. Yazar da o dönemde bir "yarı demokrasi" olduğundan bahsediyor. İki defa çok partili hayata geçiş denemesi yapılıyor ama ikisi de hayalkırıklığı ile sonuçlanıyor.


Atatürk İtalya'da Mussolini, Almanya'da Hitler, İspanya'da Franco gibi diktatör özellikleriyle dikkat çeken insanlarla aynı dönemde yaşadı. Fakat onlardan farklı olarak kendisine özgü bir felsefe doğrultusunda Cumhuriyet'i benimsedikten sonra halkın eğitimi, kalkınması ve refahı için atılımlarda bulundu. Üstelik bunu yüzlerce yıllık saltanat ve bağnazlık anlayışı karşısında gercekleştirdi.


Çevresindekilerin kendisini anlayamadığı zamanlar oldu, devrimlerini gerçekleştirmek için  kalıplaşmış yargılar karşısında ilerigörüşlüğü ile uygun zamanları bekledi. Günümüzde hakettiği değeri vermeyenler de olsa yaşadığı dönemde halkın derin saygısını ve sevgısını kazandı. Dünya  belki bizden daha çok anladı onu ve bütün bu dönemde yaşananları "Türk Mucizesi" olarak adlandırdı.


Her dönemin doğrusu kadar yanlışı da olabilir. Bize "doğru" diye  anlatılanların ve öğretilenlerin her zaman sorgulanmaya ihtiyacı olabildiğini gözardı etmeden yakın tarihe iyi bakmalı. Okunası bir kitap.

6 Temmuz 2012 Cuma

Anlamak...


Bazen biran olur ki bazı cümleler kendiliğinden geliverir, kendiliğinden, gelişigüzel…22 Nisan 2012’de not etmişim:
“Birbirimizi anlamaktan vazgeçtiğimiz gün her şeyi bildiğimiz hissine kapılacağız ve o hisle birlikte kalabalıklar içindeki yalnızlığımıza karışacağız, farkına bile varmadan.”

Bamboleo

Kişi bir fıkra anlatabilmeli ya bir lisan bilmeli ya bir enstrüman çalmalı ya da bir hobisi olmalı kişinin…Kusura bakma Gipsy Kings:)